Ali Bilge, Ekonomi Politik'te Türkiye'de devam etmekte olan hukuksuz gelişmelerin sebeplerini değerlendiriyor.
Ömer Madra: Günaydın Ali Bey, merhabalar!
Ali Bilge: Merhaba Ömer Bey!
Özdeş Özbay: Günaydın!
A.B.: Merhaba Özdeş!
Ö.M.: Çok yoğun geçiyor, özellikle hafta sonundan Pazartesi’ye kadar, biz yayından çıktıktan sonra hem Türkiye’de hem de dünyada olağanüstü katmanlaşarak artan bir yoğunlaşma var. Ama biz de Pazartesi günleri, siz de dahil kendimizle ve programcı dostlarımızla bunları bir çeşit özetlemek istiyoruz. Nereden başlayalım?
Ö.Ö.: Hafta sonu biraz olağanüstü oldu yani yükü çok ağır oldu. Hem Perşembe ve Cuma günkü davalar, hem de hafta sonu yaşanan gelişmeler.
A.B.: Pazartesi günleri genellikle ağır bir gündem oluyor. CHP’nin yüz yıllık tarihine başlamıştık ama araya önemli gelişmeler girince sonraya bırakmak zorunda kaldık. Geçen hafta programa, Antalya Film Festivali’nde yaşanan sansürle başlamıştık. Kanun Hükmünde filminin kapsam dışına çıkarılması üzerine eğilmiştik. Hafta içinde bu konuda zigzaglar çizen gelişmeler oldu.
Ama önce şunu belirtelim; Festival 60 yıldır yapılıyor ve Antalya Büyükşehir Belediyesi tarafından düzenleniyor. Büyükşehir Belediyesi başkanlığı CHP’nin elinde ve muhalefetin çoğunluğunda olduğu bir Büyükşehir Belediyesi Meclisi bulunuyor. Ankara- İstanbul gibi değil. Hafta içinde sansüre uğrayan filmi gelen tepkiler üzerine aldıkları kararı önce geri aldılar daha sonra iktidar organlarının tepkisinden çekinerek festivali iptal ettiler.
Antalya Film Festivali’nde yaşanan bu gelişmeler, Antalya’ya düşen bu kara leke, nasıl bir ülkede olduğumuzu , nasıl bir otokraside yaşadığımızı, rejimin içeriğini bize anlatıyor. Aynı zamanda otokrasinin bu ülkeye elini kolunu sallayarak nasıl gelip devam edebildiğini, bu duruma muhalefetin katkısını da bize gösteriyor.
Antalya Film Festivali’nde yaşananlar, genel bir CHP resmidir. Bir ay sonra kurultay yapacak olan CHP’nin büyük resmidir. CHP’de yıllardan beri devam eden sinik tavırların bir örneğini daha yaşadık. Bu tavırda ana muhalefeti ve halimizi görüyoruz.
Ancak Antalya’nın bu ilk kara lekesi değildir. Antalya’nın son festival dışında yaşadığı kara lekelerinden biri daha vardır. Gençlik yıllarımda Antalya’da caddelerde duvar resimleri vardı. Tabir yerindeyse ‘işçi sınıfı ressamı’ Orhan Taylan’ın yaptığı duvar resimleri vardı. 1975-76 yıllarında Antalya’da duvar resimleri yarışmaları, sempozyumları yapılıyordu. 1976’da ilk duvar resmi olarak 110 metrelik ‘promete’ yapıldı. Meşhur 1 Mayıs afişi de Orhan Bey’indir. Orhan Taylan’ın duvar resimlerinden, Orgeneral Kenan Evren hiç hoşlanmaz. Daha sonra Genelkurmay Başkanı olarak 12 Eylül darbesinin başına geçince, bizzat kendisinin talimatıyla bu resim sildirildi, imha edildi. Kanun Hükmü nasıl festivalden çıkartıldıysa, bu duvar resmi de Antalya’nın ve Türkiye’nin gözünün önünden kaldırıldı. 12 Eylül darbesi sonrasında il ve ilçelerdeki askeri komutanlar, belediye başkanlıklarına da getirilmişlerdi. Evren’in talimatıyla, o zamanki asker belediye başkanı tarafından duvar resimleri imha edildi.
Kara lekelerin birincisini darbeciler yaptı. İkincisini de AKP ve CHP katkılarıyla yapıldığını ifade etmeliyiz. Orhan Taylan’ın beyin sağlık sorunları olduğunu duydum. Bu vesileyle kendisine şifa dileklerimizi gönderelim ve selamlayalım. İsterseniz Antalya’ya bu kadar değinmiş olalım çünkü çok konumuz var.
Ö.M.: Evet. Bir de belediye başkanı, “Her şart altında, hiçbir yerden hiç para almasak da bunu sürdüreceğiz,” demiş.
Ö.Ö.: “Tekrar yapacağım,” demiş.
Ö.M.: “60. Altın Portakal Film Festivali’ni gerçekleştireceğiz,” diyor ama söz konusu filmin olup olmayacağını belirtmemiş kendisi.
A.B.: Bu anlayıştan, bu kapasiteden neyi telafi etmesini bekleyeceğiz? Festival, bu yıl içinde mi yapılacakmış?
Ö.M.: Evet, “Bu yılın sonuna kadar tekrarlayacağım,” demiş. Yeni bir haber bu.
A.B.: Ben bunu duymadım.
Ö.Ö.: Herhalde jüriyi, kadroyu falan değiştirecek.
A.B.: Evet, herkes bıraktı. Böyle bir leke düştükten sonra katılım olmaz mı? Olur tabii ama heyecanını, içeriğini yitirmiş bir organizasyon olur. Kanun Hükmünde filmi olmaksızın festivale ne kadar ilgi gösterilir? Bilemeyeceğim. Kara leke, Antalya tarihine ve CHP’nin 100. yılına düşmüş durumda. CHP genel merkezinden, yetkililerden bu konuda bir açıklama duyduk mu? Konu CHP için belediye sınırları içerisinde kaldı.
Ö.Ö.: Ben de hatırlamıyorum.
Ö.M.: Kılıçdaroğlu’nun bir açıklaması oldu mu, ben de şimdi hatırlayamadım.
A.B.: Ben de görmedim. Şimdi Gezi davası hakkında Yargıtay kararına geçelim isterseniz. Yıllardır Türkiye’de gittikçe azalan toplumsal ve kişisel haklar, özgürlükler içinde yaşıyoruz. Ağır baskı altında bulunuyoruz. Uluslararası sözleşmelere ve Anayasa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) kararlarına uyulmuyor. Yüksek yargı kararlarına da uyulmayan bir ülkedeyiz. TBMM yasama örgütü, önemli ölçüde işlevsizleşmiş durumda. Medya iktidarın elinde ve baskı altında; Sivil toplum ve meslek örgütleri baskı altında. Durumu anlamak için sadece barolara bakmak yeterli.
Gezi davasının Yargıtay’da sonuçlanmasıyla yargı tarihine yanlış, haksız bir karar daha eklendi. Bu karar sonrasında sanki Türkiye hukuk devletiymiş, kuvvetler ayrılığı varmış, sanki yargı bağımsızmış gibi şaşıranlar oldu. Bunu anlamak mümkün değil. Çünkü birkaç gün içinde, birkaç hafta içinde olan bitenlere bakmak yeterli. Önümüzde; Sivas, Anter ve Vartinis davaları gibi zaman aşımı davaları duruyor. HDP davası, Demirtaş, Kobane davası, Pınar Selek davası, gazeteci Yanardağ ve Pehlivan davaları duruyor. Sadece bir iki ay, hafta içinde yaşadığımız gelişmelere bakmak Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu göstermesi için yeterli. Gittikçe minimize olmuş hak ve özgürlüklerle, gittikçe seküler yaşama yapılan müdahalelerle yaşıyoruz.
Aslında Türkiye, ilan edilmemiş, düşük dozlu bir ‘takrir-i sükun’ içinde bulunuyor. Farkı idam yok, sürekli susturuluyoruz. Adına Cumhurbaşkanlığı hükumet sistemi denilen bu sistemde artık şunun farkına varmalıyız; Bu ülkede hukuk ve adalet sistemi niteliksel bir değişime uğradı. Savcıların, hakimlerin çok büyük bir çoğunluğu siyasal bir işlev görüyor. Devletin aygıtı gibi çalışan bir hukuk sistemine sahibiz. Artık bunun farkına varmalıyız. Bakın, yargı mensupları militanlaştı; AKP’li ilçe başkanlarından, AKP’li üyelerden hakimler, savcılar yapıldı bu ülkede. Militanlaşan bir yargı, talimatları siyasi iktidardan alıyor. Bunları hepimiz görüyoruz, biliyoruz ve uzun süredir böyle devam ediyor. Mesele hukuk kurallarının çiğnenmesi değil, rejimin kendi işleyiş kurallarını hukuk adı altında koymasıdır. Ülkede hukuk değişti, hukukun üstünlüğü yok. Hukuk, yasama ve yürütmeye sınır koyamıyor.
Ö.M.: Ufacık bir araya girmeme izin verirseniz, Pınar Selek davasından bahsettiniz. Pınar Selek, bu Mısır Çarşısı patlamasına ilişkin davada altıncı kez yargılanıyordu. Pınar Selek’in davası görüldü.
Ö.Ö.: Cuma günü.
Ö.M.: Cuma günü, biz yayından çıktıktan sonra oldu. Duruşma dokuz ay sonraya ertelenmiş. 28 Haziran 2024 saat 14:00’e ertelenmiş.
Ö.Ö.: 26. yılda da devam edecek yani.
Ö.M.: Evet.
Ö.Ö.: Defalarca beraat edilen bir davada tekrar tekrar dava açılıyor. Bir de 2024’te de devam edecek.
Ö.M.: Evet. ‘Haksız dava, haksız dava, haksız dava’ demiş babası Alp Selek, aynı zamanda avukatı. Fransa’dan Paris Barosu’ndan gelen heyetten bir avukat Francoise Cotta, “Selek bizim için adaletin sembolü oldu ve buraya Pınar’ın beraatını istemek için geldik. Türkiye’de tutuklanan avukatlardan da haberdarız. Burada hapsedilen avukatların da beraatını istiyoruz,” demiş. Ama ara kararda mahkeme başkanı herhalde tarihi, tarihte hatırlanacak bir ifade kullanmış, ‘yokluğundaki tutukluluğunun devamına’ demiş.
Ö.Ö.: Açıklaması da ilginç bu bahsettiğiniz Fransız avukatın; “Bir insan çokça yargılanamaz, bir beraat beraat kararıdır.” En basit hukuk kurallarından bir tanesi herhalde?
Ö.M.: Böyle bir şey, dokuz ay sonraya ertelenmiş. Yani 26. yıla sarkmış oluyor. Bu da skandal niteliğinde bir dava. Pınar Selek’in durumunu ‘25 yıl süren adalet arayışında yeni bir perde’ diye de vermişti T24.
A.B.: 12 Eylül davaları ki bir askeri darbe sonucu oluşan davalardı, bu kadar uzun sürmedi, 26 yıl sürmedi. 26 yıl hapis yatanlar ya da devam eden davalar tek tük oldu. Çoğunluk tahliye oldu, davalar sonuçlandı. Biraz önce bahsettiğimiz ressam Orhan Taylan, Barış davasından epey tutuklu kaldı, yıllarca dava devam etti. 12 Eylül davalarının çok üzerinde skorlar bunlar.
Ö.M.: Bir de usul uygulaması açısından da çok tuhaf şeyler oluyor. Yani 78’liler Derneği sözcüsü tutuklu yazar Celalettin Can’ın rahatsızlandırılarak kaldırıldığı hastanede ameliyat edildiğini ve Yeşil Sol Parti’nin yaptığı açıklamada ailesine ve dostlarına Can’ın durumu hakkında bilgi verilmediğini belirtmiş. Bu da herhalde çok sık rastlanan bir şey değil olağanüstü çarpıcı bir şey. Celalettin Can, ameliyat edilmiş ve ailesine bilgi verilmiyormuş. Bu da hem T24’ten hem de Artı Gerçek’ten ayrı ayrı aldığımız, son dakika demeyeyim ama nispeten arada gözden kaçabilecek haberler.
A.B.: Kendisinin kalp rahatsızlığı vardı bildiğim kadarıyla. Bypass gibi ciddi bir ameliyat olmuş ise böyle bir durumun aileye ve yakınlarına haber verilmeden yapılması rastlanılan bir durum olmasa gerek. Demek ki, ülkede tüm olan bitene böylesi akıl almaz bir durum da eklendi. Bugüne kadar çok şeyler yaşandı ancak keyfilik bu kadar egemen olmadı bildiğim kadarıyla. Buna adına hukuk denmesi de imkansız. Hukukun adı ‘keyfiyet’ olmuş. Yargıçlar ve mahkemeler siyasallaşmış halde.
Nazi Almanya’sında hakim ve savcıların arkasındaki duvarda ‘Führer emreder, bir yerine getiririz’ yazarmış. Weimer Almanya’sından Nazi Almanya’sına geçerken hukuk değişmiştir. Ülkede hukuk alanında niteliksel bir değişim gerçekleşti, iyi görmek lazım. Mesele kuralların çiğnenmesi, yanlış yorumlanması falan değil. Türkiye’nin rejimi ile birlikte, hukuku da değişti. Otoriter rejime uygun bir hukuk işleyişinin yürüdüğünü ve bunun kalıcı olmaya başladığını görüyoruz.
Ayrıca Anayasa’da ‘Türkiye Cumhuriyeti laiktir’ yazıyor ama bu tanım, yapılan düzenlemeler ve protokollerle önemli ölçüde hasara uğramış vaziyette. Memleketin eğitim sistemi yarı laik bir sistem. Türkiye yarı laik, yarı İslam Cumhuriyeti haline geldi. Hukuk ve din işleri siyasal rejime göre şekillendi. Diyanet İşleri Başkanlığı, otokratik rejimin merkezinde bulunuyor. Otokratik rejime bağlı bir hukuk sistemi oluşturulmuş durumda.
Bugünlerde yeni bir Anayasa gündeme getiriliyor. Yeni Anayasa ile bahsettiğim tüm bu yapılanmaların, süreçlerin kalıcı olması, sınırsız iktidar uygulamasına sahip olmanın perçinlenmesi isteniyor. İçinde bulunduğumuz vahim durum maalesef muhalefet tarafından bizim yorumladığımız gibi yorumlanmıyor. Muhalefet, böyle bir idrakten yoksun. Yıllardır ittifaksız çıkış yolu yok. ‘Otokrasiden ittifakla çıkılır’ temasını işledik ama muhalefetin böyle algılamadığını gördük. Muhalefet, ittifakı sadece seçim ittifakı olarak algıladı. Mayıs seçimlerindeki yenilgiden sonra da dağıldı.
Önümüzde yerel seçimler var. Muhalefet partilerinin yerel seçimlere dağınık bir vaziyette, ciddiyetten uzak bir şekilde gittiklerini görüyoruz. 2019 seçimleri öncesinde de hep şunu söylüyordum; Yerel seçimlerin kazanılması, kapıyla eşik arasına konulacak bir ayak olabilir, kapı aralanabilir. Nitekim öyle de oldu. 2019 Yerel Seçim başarısıyla biraz nefes alındı. Şimdi bu kapı kapanma tehlikesiyle karşı karşıya. Kapı kapandığı zaman neler olabileceğini tahmin edebiliyoruz.
Yargının içinde bulunduğu durum bu şekilde. Sadece idari yargıda görev yapan, emekliliğine az kalan hakimlerin tek tük bağımsız karar alabildiklerini görüyoruz. Son yedi sekiz yılda hakim ve savcıların yüzde kaçı değişti? 15 Temmuz öncesi ve sonrasında çok önemli bir tasfiye oldu. Ancak çok fazla hakim ve savcı, dayanamadıkları için ayrıldı, emekli oldu. Görevde olan hakim ve savcıların çoğunluğu, AKP döneminde işlerine başladılar. Ama bunların ne kadarı otoriter rejim döneminde mesleğe başladı, doğrusu bilmiyorum.
Anayasa değişikliği için 360 milletvekili gerekiyor. İktidarı destekleyen partilerin Meclis’te böyle bir çoğunluğu yok. AKP’den ve MHP’den ayrılıp parti kuranlarla birlikte bir hareket alanı bulabilirler.
Ö.M.: Hatta 360 değil, 400 galiba?
A.B.: O, Meclis’te yapılırsa, referanduma sunulursa 360.
Ö.M.: Evet, evet. Bu noktada da ufak bir araya gireyim tekrar izninizle. Berrin Sönmez’in Gazete Duvar’da dün gece yarısı yayınlanan bir yazısı var; ‘Muhalefete Sesleniş’. Sizin de biraz önce söylediklerinizle örtüşen bir başlığı da, içeriği de var. ‘Muhalefete Sesleniş: AKP çaldığında kapıyı açmayın,’ diyor. Yani, Erdoğan açılış konuşmasında beklendiği gibi Anayasa üzerinde çokça durdu ve yine yıllardır her Anayasa değişikliğinde tekrar ettiği gibi ‘darbe Anayasası yerine sivil Anayasa’ çağrısı yaptı. Şunu da biliyoruz, bu ideal Anayasa sunumu sadece kendi tabanını ve kendi milletvekillerini ikna için kullanılıyor. Yoksa hukuk başdanışmanı Mehmet Uçum ve ekibinin Anayasa taslağı hazırladığı bilgisini sağır sultan bile duydu. AKP mensuplarının bile içeriğinden haberdar olmadığı tahmin edilecek bir Anayasa taslağı var Beştepe’nin. Buna rağmen, Meclis kürsüsünden yaptığı açılış konuşmasını yeni Anayasa’ya ayırdığı bölümde kurduğu şu cümle çok dikkate değer; “Cumhurbaşkanı olarak tüm partileri, tüm milletvekillerini, tüm toplumsal kesimleri yeni Anayasa çağrımıza katılmaya davet ediyoruz.” Bu cümleyi söyledikten sonra diyor ki Berrin Sönmez, “Tam bir tuzak cümlesi, antidemokratik ve hukuk dışı ortamda demokratik Anayasa yapılamayacağını bal gibi biliyor. Ezkaza bir Anayasa yapmayı başarsa bile, tıpkı 12 Eylül Anayasası gibi ‘ilanihaye meşruiyet sorgusu’na tabi tutulacağının farkında. “‘Cumhurbaşkanı lütfedip bizi muhatap aldı, davete icabet edelim’ gafletine düşüp kapana kısılan olmaz inşallah,” demiş. Son cümlede de şöyle diyor, “Yaptıkları yapacaklarının teminatı olduğu için bütün topluma ve partilere seslenmekte fayda var. Bu tuzağa düşmeyin, bu haftadan itibaren Erdoğan’ın çağrısı Meclis’te, medyada sürekli tekrarlanacak. Ne kadar çok tekrarlanırsa o kadar inandırıcı olacağı bekleniyor. Malum tüm partilerin kapısı çalınacak. Görüşmeyi asla düşünmemeleri gerekir, bırakın görüşmeyi kapı dahi açılmamalı. Bugünden tezi yok tüm muhalefet partileri böyle bir görüşmeyi kabul etmeyeceklerini deklare etmeli. Çünkü AKP heyetleriyle görüşmeyi kabul edip birlikte fotoğraf veren partiler, Erdoğan Anayasası’na icazet vermiş gibi iktidar propagandasına malzeme olacak. Peynir gibi sunulan ‘Evren Anayasası’ndan kurtulma’ tuzağına düşüp, Erdoğan Anayasası’na meşruiyet kazandırma vebaline toslamasın kimse,” diye bitirmiş yazısını. Sizin de daha önce çeşitli programlarda ve bugün de söylediğiniz gibi, muhalefet partilerinin birlikte davranmaya teşvik eden bir yazı.
A.B.: Böylesi tuzaklara çok düştü muhalefet. Anayasa çalışmaları olacak ise bu tuzaklara işaret etmek gerekiyor. Berrin Hanım da bunları ayrıntılı olarak yazmış.
Sürekli olarak toplumun korkularına oynayan bir iktidar perspektifi oldu. Korku üretimi de terör olayları ile oluyor. Yeni bir terör eylemini de hafta sonunda yaşadık. Yıllardır korku salgını yaşıyoruz. 2015’i, Haziran seçimleri sonrasını hatırlayalım. Gezi’den bu yana hep korkularla geldik. Otokrasi ve korku ilişkisi önemli. Korkular sürekli servis ediliyor ve böylelikle toplumsal bünyenin kaygılarına hitap ediliyor. Sonuçta tüm bunlar otokrasilerin araçlarıyla gerçekleşiyor. Tabii ki medya ile yapılıyor, en önemli araç medya. Korkularla kolektif bilinç etkilenmeye çalışılıyor. Ankara’daki son bombalama bize yakın tarihte yaşadığımız benzer terör olaylarını hatırlatıyor.
PKK’nın böyle bir terör eylemi yapmasının toplumun tüm kesimleri tarafından lanetlenmesi kadar, eylemin ülke içi siyasal gelişmelerini ve yönelimini ne yönde etkileyeceği, neye hizmet ettiğinin ortaya konması da son derece önemli. 2015 Haziran seçimleri sonrası yaşadığımız pratiğe bakarsak, bu ikazların değeri anlaşılmış olur. Muhalefetin meseleye otokratik rejimin toplumsal korkuları yönettiğinin bilincinde olarak yaklaşması lazım. Ayrıca muhalefetin üzerine yapışan korkuları da atması gerekiyor. Önümüzdeki dönemde kapıyla eşik arasında bir ayak koyabilmek, nefes alınabilecek bir alanın kalması isteniyorsa, -otokrasinin geriletilmesi, demokrasi hamlelerinin yapılması için çok önemli- ittifaklar politikasının yeniden ele alınması gerekiyor. Yerel seçimlere bu şekilde girilirse, Ankara ve İstanbul iktidar eline geçtikten sonra nasıl bir Türkiye olacağını tarif etmek mümkün ama şu anda tarif etmeyelim.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Meclis’in açılışında yaptığı konuşma da yine Avrupa Birliği (AB) sürecinden ayrılmaktan, yola Avrupa kriterleri yerine Ankara kriterleri ile devam edilebileceğinden bahsetti. Ankara kriterleri, demokrasizlik ve otokrasi demek.
Dolayısıyla, içinde bulunduğumuz vahim durumu, CHP başta olmak üzere, tüm muhalefet partilerinin ve genel olarak toplumsal muhalefetin idrak etmesi beklentisi içinde olalım. Enerjimizi de buna yöneltelim.
Yolumuza çığ düşmüş durumda. Yol kapalı. Yolu açmanın iki yolu var; ya mevsimin dönmesini bekleyeceğiz, karın erimesini bekleyeceğiz ki bu ölümü göze almak, ölümü beklemek demektir. Yoksa, çığı aşmak için kazma - kürek ile çalışacak mıyız? Mesele bu.
Ö.M.: Evet, aynen öyle.
A.B.: CHP tarihinde 1940’ların ortasına kadar gelmiştik ama bugün bu yaşanan gelişmelere değinmeden geçemezdik.
Ö.M.: Evet, burada da zaten hızla tarihi yazılmaya devam ediyor CHP’nin. Biraz önce söylediğiniz gibi pek tepki yok bu hukuksuz eylemlere karşı. O da tarihin yazılmasına bir anlamda devam edildiği anlamına da gelebilir. Çok teşekkür ederiz Ali Bey.
A.B.: Hoşça kalın!
Ö.Ö.: Görüşmek üzere.